Kentdeha – DEHA TV Radyo

Antikçağ’ın Bitkileri Modern Zamanın Şifaları

Antikçağ’ın Bitkileri Modern Zamanın Şifaları
Meryem Karakurt( [email protected] )
99 views
30 Ocak 2023 - 0:00

Antikçağ diye adlandırdığımız Eskiçağ Tarihi insanlık tarihinin en eski gelişme evresi olan, öncelikle yazının bulunduğu, kent uygarlıklarının oluştuğu, devlet ve teşkilat kavramlarının gelişmesiyle güçlü bir zihinsel kültürün ortaya çıktığı süreci kapsamaktadır. Özellikle Akdeniz ve Önasya kültür çevrelerinin kültürel etkilerinin geliştiği bir dönem olan bu zaman diliminde kültürel çevreyle birlikte gelişen uygarlıkların izlerini takip ettiğimiz bir dönem de diyebiliriz biz bu çağa. Bugün Karahan Tepe, Göbekli Tepe’nin gün yüzüne çıkıp adeta bize zaman yolculuğu yaptıran Mezopotamya topraklarında başlar Antikçağ yolculuğu, ta ki Roma’nın Akdeniz’de kurduğu siyasal mekân birliğinin çöküşüne ve Avrupa Ortaçağı’nın (İ.S. 7. yüzyıldan itibaren) başlangıcına kadar.

“Eskiçağ” denildiğinde ilk olarak aklımıza Yunan-Roma dönemleri gelse de başlangıç ve bitiş noktaları bu iki uygarlığın çok daha ötesinde olduğunu bizlere göstermektedir. Bu fikir Alman filoloğu Friedrich August Wolf’un (1759-1824) kabul ettiği bilimsel ve akademik çalışmaların sonucunda zihinlerimizde yer etmiş olmalıdır. Bu durumunun açıklanması için ilk olarak Eskiçağ kavramının belirleyicisinin yazının bulunuşu olduğu bilinmelidir. Ardından, 19. yüzyılda yapılan arkeolojik buluşlar ve bilimsel çalışmalar sonucunda Mezopotamya, Mısır, Suriye-Filistin, İran ve Anadolu’da kültür bölgelerinin de Eskiçağ bilimi kapsamına girmesi sağlandı.

Bugün Antikçağ-Eskiçağ kavramları bizlere, öncelikle Eski Doğu ve Eski Batı olarak ikiye ayırıp, Eski Doğu başlığı altında, Eski Önasya (Mezopotamya, Suriye-Filistin, İran ve Anadolu) ve Eski Mısır kültürünü incelerken, Eski Batı başlığı altında ise Ege-Yunan kültürünü, Büyük İskender’in öncülüğünde yol açılan Helenizm kültürünü ve son olarak Roma kültürünü incelemekteyiz.

Antikçağ dediğimizde hangi zaman dilimleri ve mekânlarını kapsadığından söz ettiğimize göre, bu dönemlerde var olan ateşin keşfine kadar götürmüş olduğumuz koku kültüründen de söz edebiliriz. Kokular, antikçağ insanın ateşi kontrol altına alıp, ısınmak, aydınlanmak, yemek pişirmek gibi amaçlar için kullandıklarını, ateşi kullanırken de çevrelerinde var olan ağaçları ateşe atıp, ateşe maruz kalan ağaçların etrafa hoş koku yaymasından başlamaktadır. Bu hoş kokular antikçağ insanını adeta büyülemiş ve bu kadar muhteşem bir ürünü tanrı ve tanrıçalarına yakıştırmışlardır. Tanrı ve tanrıçalarına hediye etmek için, duman yolu ile gökyüzüne ulaştırdıkları bugün tütsü formundaki bu kokular kayıt altına alınmış, kayıt altına alınan bu bilgiye göre de yüzyıllar boyunca devam eden geleneğin bu şekilde başladığı da görülmüştür. Aslına bakıldığında, kullanım biçiminin değişmediği gibi kullanılan ağaçlar, çiçekler, reçinelerde aynı kalmış geçen süre zarfında belki de kullanım alanının çeşitliliğinin artmasıyla fazla kullanımdan kaynaklı türler endemik türlere dönüşmüştür.

“Koku alma duyusu” tarif etmesi zor bir duygu olmakla birlikte aslında insanoğlunun en gelişmiş duyularından biridir. Bu duyu antikçağ insanının fark ettiği, bildiği ve üzerine araştırmalar yaptığı duyuların başında gelmektedir. Öncelikle doğa tarihçilerinin kaynaklarına baktığımızda, koku yapımında tek bir hammadde kullanmanın yeterli olmadığını bildiklerini, pek çok hammaddeyi belli kombinasyonlarla bir araya getirdiklerini okumaktayız. Bir araya getirmiş oldukları bu kokuları ise, günlük ve özel hayatlarının pek çok noktasında kullanmış olduklarını da antikçağ doğa tarihçilerinden öğrenmekteyiz. Öğrenmiş olduğumuz bu hammaddelerin başında safran, sedir, narenciye, mür, ardıç, zambak, nilüfer, gül, tarçın ve süsen gelmektedir. Bu bitkiler, hoş kokmak, kötü kokuyu bastırmak için öncelikle vücutlarına, sonra kıyafetlerine kullanmışlardır.

Sözlerime son verirken genel çerçevede antikçağ kavramının bizlere neler anlattığını ifade etmeye çalıştım. Bir sonraki yazılarımda Antikçağ’ın bitkilerinin bugün modern anlamda nasıl şifa kaynakları olduklarını kaleme alacağımı belirtmek isterim. Aynı zamanda çevremizde gördüğümüz gerek bahçelerimizi süsleyen gerekse mutfaklarımızda kullandığımız şifalı bitkilerin nasıl hayatımızın pek çok noktasında yer edindiğini, aradan geçen zamana rağmen nasıl kutsallığını koruduğundan da yer yer söz edeceğiz. Şimdilik sevgiyle kalın.

Doktorant Meryem Karakurt

NOT: Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlara aittir.